Hac

Arınma ibadeti: Hacc II

Bu yazının birinci bölümünde, hem giriş mahiyetinde hem de Medine’yi zaiyaretten bahsettik ve hep beraber hayalen Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye gittik. Orada namaz kılıp, Resulullah’ı selamladık.

Bu yazımızda Hacc’ın kendisiyle başladığı “Mikat”tan, “Ka’be”den, “Tavaf”tan, “Sa’y”den, “Mina”dan, “Arafat”tan, “Vakfe”den, “Müzdelife”den, “Cemerat”tan ve tüm bu zikredilenlerin “kısaca” içeriklerinden de bahsedeceğiz.

Hacc’ı hep beraber anlamaya çalışacağız. Burada olanlar fiîlen, olamayanlar da hayallerini buralara gönderip, buradakilere katılmaya çalışacak. Allah hepimizin haccını “Mebrur” kılsın.

Hacc, hepimizin bildiği gibi “farz-ı ayn” olan, yani kendilerine farz olanların fiîlen yapması gereken bir “küllî” ibadettir. Vekalet ve benzeri teferru’atlarla ilgili meselelerden, (bu kısa yazıya dercedilemeyeceğinden dolayı) bahsedilmeyecek. Mükellef olanlar, bunlarla ilgili kapsamlı kaynaklara müracaat edebilirler.

Başta bir kaç şeyi göz önünde bulundurmamız lazım:

Hacc, kişinin “canm isterse” yaptığı bir ibadet değildir. Kendisine farz olan ve: وَ لِلَّهِ عَلَى انَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبِيِلاَ “… Ona bir yol bulabilenlerin, Beyti (Ka’beyi) haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır…” (Al-i İmran 97). Yine kişinin zaman geçirmeden ifa etmesi gereken bir “farz”dır. Zira Resulullah (asv):

 مَنْ اَرَادَ الْحَجَّ فَلْيَتَعَجَّلْ فَاِنَّهُ قَدْيَمْرَضُ الْمَرِيضُ وَتَضِلُّ الضّالّةُ وَتَعْرِضُ الْحَاجَةُ

Hacc yapmak isteyen acele etsin. Çünki hasta olabilir, (parasını, malını, varlığını) yitirebilir, ihtiyacı ortaya çıkabilir” buyurmuştur. (Ebu Davud, Beyhaki, İbn-i Mace).

Kişinin imkanları elinden çıktıktan sonra da bu farziyyet düşmez. Öyleyse, Resulullah’ın bu emrine tabi olup, şartlar oluşur oluşmaz ifa edilmesi lazım. Bir müslümana namaz farz olduğu andan itibaren, nasılki namaz kılmak ile mükellef ise; hacc kendisine farz olduğunda da haccetmesi gerekir. Zira hacc da islmın beş temel esasından birisidir. Nitekim, Cebrail (as)’ın:

يَا مُحَمَّدُ اَخْبِرْنىِ عَنِ الْإِسْلَامِ

Ey Muhammed, bana İslâm’dan haber (bilgi) ver(ir misin?)”  sorusuna karşılık, Resulullah (asv):

اَلْاِسْلاَمُ اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَاِلَهَ اِلاَّ اللَّه وَاَنَّ مُحَمَّدًَ رَسُولُ اللَّهِ وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ وَتُؤْتِىَ الزَّكَاةَ وَتَشُومَ رَمَضَانَ وَتَحُجَّ الْبَيْتَ اِنِ اسْتَطَعْتَ اِلَيْهِ سَبِيلاً

İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yoluna güç yetirebilirsen Ka’be’yi ziyaret etmen (hacc yapman) dır“ diye cevap vermiştir.

Bunun üzerine Cebrail (as) صَدَقْتَ “Doğru söyledin” demiştir. (Buhari ve Müslim: İman).

***

Şimdi, beraberce (Temettu’ Haccı için) umremize ve haccımıza başlayabiliriz, çünkü:

Mîkat” sınırlarındayız artık. Bu sınırlara, şimdilik “Umre” için “ihram”la giriyoruz. İhrama daha girerken, tüm dünyevîliğimizi mümkün olduğunca mikatın ve ihramın dışında bırakarak, normal zamanda bizlere caiz ve mübah olan bir çok şeyleri, özellikle nefsani heveslerimizi kendimize haram kılmaya… Mevki, makam, zenginlik, ırk, kabile ve buna benzer herşeyimizi… Daha da ötesi, “ben”imizi bırakmaya, “biz”lerin arasına katılmaya, kendimizi bu topluluktan asla “ayrıcalıklı” veya “üstün” görmemeye… Bencillik ve onun uzantıları olan herşeye veda etmeye “niyet” ediyoruz. Niyyet ediyoruz, kendimizi bir kaç günlüğüne de olsa unutmaya. Kendimizi görmemeye. Bu ma’şerî denizin içerisine atmaya ve “enaniyetimizi” yoketmeye, eritmeye…

Burada iki rek’at namaz kılacağız. Birinci rek’atta, müşrik ve şeriklerine; onların taptıkları, kendilerine “ilah” ittihaz ettiklerine asla tapmayacağımızı, onları tanımayacağımızı ve kendi dinlerinin kendilerine, bizim dinimizin de bize olduğunu haykıracağız, reddedeceğiz, yakamızdan düşüreceğiz. Şirkin tüm “kırıntılarına” şöyle bir güzel rest çekeceğiz. Sahte ilahlara, “uydurulmuş”lara “” diyeceğiz. Yani, “Kafirun” suresini okuyacağız.

İkinci rek’atta da, “ehad” olan, herkes kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan, doğmamış, doğurulmamış olanı, tüm alemlerin yegâne yaratıcısı olan Allah’ın “Rabb”lığını, “İlâh”lığını söyleyeceğiz, haykıracağız. Yani “İhlâs” sure-i celîlesini okuyacağız.

Öyle ya, “la ilâhe illellah” derken, ilk önce ink’ar edip sonra tasdik etmiyor muyuz? Evet, reddetmeden tasdik etmiyoruz. Allah’ın dışındakilerin sahte ilahlıklarını reddeceğiz ki, kabulumuz “kabul” edilsin. Onun için de önce “redd” yani “kâfirun” suresi, sonra da “tevhidi”, “ehadiyeti” tasdik ve içselleştirme, yani “ihlas” suresi.

Çeşit çeşit renklerde açan bir büyük çiçek bahçesini düşünün, farklı farklı güzel tadları olan meyvaları düşünün, her tatlılıktan ışık huzmelerini düşünün… Allah’a türlü dillerde, türlü şekillerde, türlü usüllerle ibadet eden o muazzam kulluğu düşünün, meleklerin: “Bunları bağışla, bunları yarlığa, bunları temizle” gibi dualarını düşünün. Boyunlarını Rabblerine büküp nida nida çağlayışlarını düşünün.

Gökten yere veya yerden göğe dikilmiş “maddî Ka’be”nin (sembolün) aslını oluşturan o nurdan Kaideyi düşünün. Allah’ın Resulü, Efendimiz, Önderimiz, Gözbebeğimiz olan ve O, kâinatın Kalbini, Ruhunu düşünün.

Her şeyden ama her şeyden soyunup, her şeyi geride bırakarak sadece ve sadece tüm alemlerin Rabbi Allah’a yönelmenizi, her şeyi terkedip O’na koşmanızı, her türlü meşgaleyi bir kenara bırakıp yalnızca O’nun rızasını kazanma aşkınızı düşünün.

Ve nihayet: “Lebbeyke’l Allahumme lebbeyk”.

Mefhum olarak: Buyur Allah’ım işte buradayım, emrindeyim, buyur ey Rabbim buradayım, sana geldim buyur, emrine amade olmaya geldim, diğerlerini reddedip sana geldim. Diğer emirleri tepip sadece senin emrini emrine râm olmaya geldim. Ne sana ortak tanıdım, ne emirlerine kimseyi ortak kılarım. Bunu düşünün.

Lebbeyke la şerîke leke lebbeyk”.

Senin asla ortağın yoktur, senin emirlerinin aleyhinde hiç kimsenin emirlerini emir olarak almıyorum, buyur Allah’ım sadece senin emrindeyim. Ahd-u peymanını düşünün.

İnne’l-hemde ve’n-ni’mete leke ve’l-mulk, lâ şerîke lek”.

Buyur, şüphesiz her türlü, övgü ve ni’met, mülk ve hükümranlık sana mahsustur. Senin ortağın (da asla) yoktur. Tasdikini düşünün. Allah-u Ekber.

***

Kâ’be”deyiz. Ve işte “Hacer-ul Esved” (hacer-ul es’ad) dokunup öpüyoruz veya sadece selamlayıp “biat“ ile “tavaf”a başlıyoruz. Şu“Makam-ı İbrahîm”, şu “Hicr-i İsmaîl”, işte şu da “Rükn-i Yemanî”. Burası tümüyle Kâ’be yani.

Burada kuru maddeye yer yok artık. Hacer anamız gibi, İbrahim gibi, İsmail gibi tüm “kirlerden“, “nefsanîlik”lerden kaçıp hicret etmenin; “dünyalı”lıktan sıyrılmanın yeridir burası. Ruhun, ma’neviyatla birleştiği, kaynaştışı, aradaki tüm “maddî”likleri erittiği anın adıdır Ka’be. Ulu alemlerde meleklerin ve diğer nuranî varlıkların “tavaf” ettiği, insanın kendisini “hayalî” şeylerden azade ettiği ve kendinden geçerek döndüğü “Beyt-i ‘atîk”tir bu. Burada insanın kaç gramlık mevkisinin olduğuna, nasıl da güç kuvvet sahibi olduğuna, nereden geldiğine, kim olduğuna bakılmaz. Burada “Nemrutvari” değil, “İbrahim” gibi hareket edilir. Kişi kendisini, tüm varlığıyla bu“ma’bed”in Rabbine teslim eder. Burada “sonsuzluk” buram buram insanın ruhunda işler. Mü’min burada ibadet basamaklarında, belki de zirve buudunu ortaya koyar, ledunni bir haz ve lezzet elde eder. Bu, dönmeler (tavaf) insanı diğer alemlere kanat kanat pervaz ederek alır götürür. Ecram-ı semaviye gibi, başıboşluktan kurtulup, yörüngeye girmenin, girdirilmenin adıdır “Kâ’be” ve “Tavaf”.

Tavaf namazımızı kılıp, bir parça “zemzem” içtikten sonra, “gayret” anlamında, (şimdilik “umre tavafı” için), hemen “Mes’a”ya girelim. Safa tepesinden Merve tepeciğine doğru “Sa’y”edelim. Ordan oraya, ordan oraya doğru koşarak; o ıssız, kurak çölde İsmail’ciği için su arayan “Hacer” anamız gibi, bizler de neyi yitirmişsek arayalım. Neyi bulmak istiyorsak onu, bazan hızlı ve heybetli adımlarla yani “hervele” ile, bazan da vakar içerisinde yürüyerek arayalım. Bu konuda sa’yimizi ortaya koyalım. Oraya, varsa yavrunuzu, yoksa herhangi bir yavrucuğu koyun ve o yavrucuğa su aramak için gidip geldiğinizi tahayyül edin. Samimi olarak arayalım, koşturalım, “sa’yedelim”. Aradığımız, belki de, İsmail gibi henüz ma’sum olan bu yavrulara, dolayısıyla bizlere de verilir, biz de faydalanırız.

Bitirir bitirmez peşinden “Taksir” yapıyoruz. Saçlarımızı kısaltıyor veya tümden kesip ihramdan çıkıyoruz. Ve Mikattan bu yana “ihrama mahsus yasaklar” kalktı, serbestiz yine.

Buraya kadar anlatılanlar, “Umre Tavafı”ı içindi. Bir nevi Hacca hazırlık anlamında. Şimdi “Yevm-i Terviye” (Zilhicce’nin 8. gününe) kadar, yaptığımız ibadetleri sindirmeye, içselleştirmeye çalışacağız. Yine boş lakırdıdan, malayani meşgalelerden kaçınacağız. Şimdiye kadar yaptığımız tüm ibadetler, esas “Hacc”a hazırlık idi. Gayret sarfedip hazırladığımız bu kıymetli “azığa“ güzel bir şekilde sahip çıkmalıyız. Bu azığı bol ibadetle zenginleştirip, takva ile süsleyerek, Arafat’taki dualarımızda kendimize “şefaatçi” kılabilecek hale getireceğiz. Biribirimize “iyilik” ve “takva” üzerine yardımcı olacağız. Yarın, Arafat’a doğru yola çıkarken “telbiye”ler, yedi kat yerden, yedi kat semavata çıkacak. Melekler ile beraber “Lebbeyke’l Allahumme lebbeyk” diyeceğiz.

***

Bugün 8 Zilhicce, “Hacc” için “İhram”a giriyoruz. Allah’ım, Senin rızan için Hacc yapmak üzere İhrama girdim. Onu bana (bize) kolaylaştır ve benden kabul buyur. Daha önce İhram için anlatılan yasakların hepsi şimdi de aynen geçerli. Haydin, Arafat’a doğru, yalınlık için, tevbe için, tertemiz olmak için yola çıkıyoruz. “Lebbeyke’l Allahumme lebbeyk. Lebbeyke la şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hemde ve’n-ni’mete leke ve’l-mulk, lâ şerîke lek”.

Dinlenmek üzere ve kendimizi dinlemek üzere, sünnet olarak, “Mina”da konaklayacağız. Yarın güneş doğduktan sonra da “Arafat” meydanına, mümkünse “Cebel-i Rahme”ye çıkacağız. En azından oraya yakın olmaya çalışacağız.

İşte Arafat görünüyor. Allah-u Ekber. Geliyoruz Allah’ım geliyoruz. Sen’in emrlerine ram olmaya koşuşuyoruz. Rahmetini, mağfiretini dilemek üzere, dilenmek üzere… Güneş batıncaya kadar da rahmetini, affını, mağfiretini dileneceğiz. Bizi affetmeyene kadar buradan gitmeyeceğiz. Yüzümüzü yerlere süreceğiz. Ellerimizi sadece Sana açıyoruz. El açılması gereken sadece Sen varsın ey Rabbimiz. Alemlerin Rabbi Sensin Sen. Burada bulunanların hepsini ve onların numuneliğiyle, diğer tüm müslümanları affet, müslümanlara bir çıkış yolu yarat. “Tahiyyatlarımızı” diğer tüm kardeşlerinkinin adına Sana sunuyoruz. Boynumuz bükük, mahcub ve utançlıyız. Ama Senin “affediciliğinden” cesaret alıp rahmet kapını çalıyoruz. Zaten, başka da gidilecek kapı yok. Bizi eli boş dönderme. Senin “Kim Allah için hacceder de, kötü söz fiillerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olark) döner” diyen şu Resul-i Ekremine iman ettik. Salât ve selamların en ekmeli, en ecmeli, en efdali Onun üzerine olsun. Şu Resulünün duası hatırına bizleri de bağişla ey merhametlilerin en merhametlisi.

Meş’ar-i Haram”a iniyoruz. Oraya akacağız. Herkesin içerisinde, herkes olarak. “Ben” değil, “BİZ” olarak, Meş’ar’a akacağız. Allah’ın izni ile affedilmişler olarak, enerji depolamış olarak, “Müzdelife”den teçhizatımızı alarak, şeytanların üzerine hücum edeceğiz. Meş’ar-i Haram, mü’min ve iman selinin, şeytanlarımızı, nefislerimizi silme işlemine hazırlık yeridir. Şeytanın rağmına, onun ve onun yardakçılarının şom ağızlarının rağmına, “Allah’ın zikredildiği” (Bakara: 198) yerdir. Az önce Arafatta ve diğer yerlerde, yanlışından tevbe edip, bunun yerine “Allah’ın doğrusunu öğrettiği gibi, Allah’ı zikretmenin” yeridir. (Bakara: 198).

Uyanın, namazı kılıp hemen yola çıkıyoruz. Şeytanları gafil yakalayalım. Taşlarınızı hazırlayın, gidiyoruz. Bakın, işte büyük şeytan(lar), fırlatın şu taşları teker teker yüzsüz yüzlerine. Bu arada nefislerimizi taşlayalım, müstekbirleri, hunharları, Allah düşmanlarını. İbrahim’e uyun ve atın. “Şeytana ve ona uyanlara rağmen, Bismillahi Allah-u Ekber”. Biz uymuyoruz ona, uyanları da reddediyoruz. Bizi ayartmasına müsade etmeyin. Sakın fırsat vermeyin. Onların rağmına, onların üzerine Allah-u Ekber. Allah-u Ekber. Allah-u Ekber.

Akılları sadece “maddî gözün” görebildiğinden veya sadece “mekanik akıl”dan ibaret olan varsa “inancı sulanmış” kimseler: “Ne diye hacca gidiliyor, o kadar paralar oralara akıyor, o kadar insan şeytan taşlarken ölüyor, olmazsa olmaz mı?” diye sayıklarlar. Göya müslümanların iyiliklerini düşünürlermiş de, onların ölmelerine hayıflanırlarmış da…

Elinizdeki taşlardan onlara da birer tane atın. Ne kadar da biribirlerine benziyorlar. Şimdi daha iyi anlıyoruz, “Bir kısmının diğer bir kısmına lafların yaldızlısını (nasıl da) fısıldadıklarını”. (En’am: 112). Aman Allah’ım! Sen bizi muhafaza et bunların şerrinden.

Hem, birazdan keseceğiniz “Kurban”ın mantıkî yanının olmadığını, şu anda bulunduğumuz şu topraklarda bundan bin şu kadar yıl önce yaşayan atalarının yolundan giderek, daha başka safsatalar da ekleyerek onlarla “aynılıklarını” ortaya koyanlar yine bunlar değil midir?

Ey İman edenler! Sakın sizden olmayan (bunları) dost edinmeyin! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür…” (Al-i İmran: 118).

Hem onların “akıl terazisi, bu sıkleti zaten taşımaz”. Biz ibadetimize bakalım, fazla bir şey demiyeceğiz. Biz onlara sadece “kininizle geberin” diyoruz. En doğru söz budur. Bunlar, İbrahim’e de aynısını yapmak istemişlerdi. Demin onun için taşlamıştık onları.

Kurban”larımızı kesmenin şimdi tam zamanı. Şu beyinsizlere karşı zaferle çıkmanın eseri olarak, her çeşidinin rağmına. Allah, bizi, onlara uymaktan kurtardı. Ona şükürler olsun.

Taksîr” yani saçlarımızı da kısaltarak veya isteyen hepsini keserek, ihramdan çıkıyoruz. Haccetmeyi bizlere nasib ettiği için Allah’a şükürler olsun.

Ruhî revizyondan geçen bu “taze hacılar” yukarıda sayılan tüm işlemleri yapıp, kirlerini attıktan ve kurbanlarını kestikten sonra: “O Beyt-i atiki (Ka’bey’i) tavaf etsinler”. (Hacc: 29).

Ziyaret Tavafı”mızı da yaptıktan sonra, “farz olan” Hacc ibadeti bizim için bitmiş oluyor.

Haccınız mebrur ve makbul olsun. Allah haccınızı ve haccımızı kendi rızası için kabul buyursun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir